Mustafa Asım Şafak kim?

Fotoğrafım
Antalya, 05323611890 masafak@gmail.com, Türkiye

TÜRKLERİ SEVMEYEN OSMANLI

"Ne mutlu, ben Türk'üm" diyemeyenlerin neden Osmanlıcılığa sarılışlarını iyi açıklayan bir  derleme...

 

Osmanlı padişahlarının ne denli Türk asıllı oldukları kuşkuludur. Çünkü kuruluş dönemindeki koşullarda geçerli olan; komşu ülkelere saldırmak ve onlardan savaş tazminatı ve ganimeti almak siyasetine dayalı olarak güçlenip zenginleştikten sonra, yatak odalarını Harem'ler kurarak zenginleştiren padişah-halifelerin birçoğu sayesinde, soy birliğinin bozulmuş olduğu görülmektedir. 


Bütün kadın sultanlar, bütün padişah anaları, hemen hep yabancılardan alınan köle kadınlardan geldiler. Hanedanda bu kan yabancılığı, Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahına kadar devam etti"(1)  


Belki bu özelliklerinden dolayı, "halife" sanlı padişahlar, bu sanın yarattığı olanaklardan yararlanarak, yönetimi altında bulunan ve özellikle "Türk" kimliği taşıyan insanları tıpkı bir sürü gibi yönetmeyi yeğlemişlerdir. Henüz kuruluş dönemi olan 1466 yılında yapılan bir derlemede; "Türk iti şehre gelince Farisice ürer" denilmektedir.(2)


Osmanlı şairlerinden Baki'nin, "Muhteşem Süleyman" olarak bilinen padişaha sunduğu bir şiirinin Türkçeleştirilmiş dizeleri şöyle:

"Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baş tacı olamaz.  
Ey hoca, Türk toplumundan olanın başı kabadır. 
Türk, sultan olmak yeteneğinden yoksundur."


Yine bir Osmanlı şairi olan Nef'i ise; "Tanrı, Türk'e irfan çeşmesini yasaklamıştır" demiştir.


Divan-ı Hümayun yazmanlarından Hafız Hamdi Çelebi 1499 yılında yazdığı şiirinde; "Baban da olsa Türkü öldür" nakaratını kullanmakta, üstelik bu sözün İslam Peygamberi Hz. Muhammed'e ait olduğunu iddia etmektedir. Şiirde şöyle deniyor:(3)

"Sakın Türk'ü insan sanma, 
Bir an bile olsa Türk'le birlikte olma.


Türk eline şeker olsa o şeker zehir olur.

Türk'ün başın keserken sakın gam yeme. 
Baban da olsa Türk'ü öldür." 


Osmanlı tarihinde çok saygın bir konumu olan Fatih bile, Otlukbeli Savaşından dönerken, elinde bıçak olan birisine ne yaptığını sorduğunda; öldürülen Türkmenlerin kulaklarını keserek küpelerini topladığını öğrenmiş ve "İşine devam et" demiştir.  Hırvat kökenli, Sadrazam Kuyucu Murat döneminde (1606-1611),  55 bin insan (kızılbaş Türkmenler) doğranmış ya da diri diri kuyulara doldurulmuşlardır. Aman dileyen insanlara Kuyucu'nun yanıtı "Vurun şu pis Türkün başını" olmuştur. Cellâtların bile öldürmeye kıyamadığı çocuğu atından inerek öldüren Kuyucu Murat, Osmanlı'nın yetkilisi,  öldürülen çocuk da Anadolu'nun evladı bir Türk'tür.  (Olayı ayrıntıları ile Osmanlı tarihçisi Naima'dan öğrenmek olasıdır) 


Yavuz Sultan Selim'in, halifeliği zorla da olsa aldıktan sonra, yönetim ile Türk unsur arasındaki anlayış ve ideoloji ayrılığı açık şekilde çelişmiştir. Şeriata dayalı yönetim anlayışı üst yönetime egemen olur iken, Anadolu'da yaygın olan Alevilik sayesinde Türk dili ve Türk kültürü kendini korumak olanağı bulmuştur. Yönetimin Anadolu'yu dil aracılığıyla Araplaştırmasına ve Acemleştirmesine karşı olan bu halk, yok edilmek istenmiştir. Bu nedenle Anadolu'da öldürülen Türk sayısı, Yavuz Sultan Selim zamanında 40 bin kadardır. Bu gerçek Osmanlı İmparatorluğu'nun Türk halkından koptuğunun açık bir kanıtıdır. (4) 


Osmanlı tarihçisi Naima aynı bilinç içinde şöyle yazmaktadır:

"Türkmen çözülüp gitmesi yamandır, cem-ü iltizamına derman yok." Yani, Türk ulusu ve unsuru öylesine eriyip çözülecektir ki, bir daha birleşmesinin ve bütünleşmesinin ilacı ve dermanı olmayacaktır. Osmanlı tarihçisi Naima "Tarihi"nde Türkler için; nadan (kaba) Türk, idraksiz Türk, hilekâr Türk ifadelerini kullanmaktadır.(5) 


Aslında Türkler hakkındaki kötü yargılar Selçuklulardan beri yaygındır. Örneğin, Selçuklu yazar Aksaraylı Kerimeddin Mahmud, şunları yazmıştır: "Hunhar Türkler, köpek ve kurt gibidirler, ellerine fırsat geçerse yağmayı ganimet bilirler, fakat düşman kuvvetleri gelirse kaçarlar." (6) 


Osmanlı düşüncesinde, "kavmi necip" olarak görülen Araplar karşısında Türk ulusu aşağılanmıştır. 1912 yılında Sebilürreşt dergisinde çıkan bir yazıda; "Türk" deyiminin kullanılması, dinsizlik, kâfirlik sayılıyordu. "Türk hükümeti", "Türk ordusu", "Türk ülkesi" deyimlerinin Osmanlı halkı üzerinde rahatsızlık yarattığı biliniyordu.  1913 tarihli "Mecmuai Ebuzziya" dergisinin 94. sayısında; "Bizim Türklüğümüz sembolizmden başka bir şey değildir. Bizler yani Türkler Müslümanlık içinde erimişizdir. Türk falan değil, sadece Müslüman'ız. Buhara'lı hanlar bile kendilerini Türk saymazlar; Zira onların ecdadı da vaktiyle Türkistan'ı zapt etmiş olan Araplardan başkası değildir," demekle Anadolu'da yaşayan bütün insanların kimliğini inkâr ediyordu. Üniversite profesörlüğü de yapmış olan Ahmet Naim, 1913 yılında yazdığı "İslam'da Davai Kavmiye" adlı kitabında, Türk'e karşı savaş açmış ve "Türkün geçmişini bilmesine ve öğrenmesine lüzum ve ihtiyaç yok…Gerekli olan şeriatı öğrenmektir," demiştir. 1919-1920 yıllarında Şeyhülislamlık görevine getirilmiş ve Padişahla birlikte ülkeden kaçmak zorunda kalmış olan Mustafa Sabri Efendi ise, Türk'e Türklük benliği vermek isteyenlere "soysuzlar" yakıştırmasında bulunmuştur.(7) 

Bu tutum ve koşullar içerisinde "Türk" kimliği, yönetimin merkezi olan İstanbul'dan uzak, savaştan savaşa asker toplamak için anımsanan, Anadolu köylerinde kapalı bir kültür içinde dili ve töreleri ile yaşamıştır. Zaman içinde "Türk" yöneticisine o denli yabancılaştırılmış ki, kimi kez "Osmanlı Efendisine Türk' demek hakaret sayılmış", "Türk" sözcüğü, Anadolu köylüleri için kullanılır olmuştur.(8)  

İstanbul alındıktan sonra, Osmanlı yönetiminde, devletin en yüksek yürütme organları Türk'e kapalı tutulmuş, devlet adamlarının yetiştirildiği Enderun okullarına Türkler alınmamışlardır.(9)

İstanbul'un alınmasından IV. Murat'ın ölümüne dek geçen 187 yıl içinde, devşirmelerden 66, Türk kökenli olanlardan sadece 10 kişinin sadrazamlığa atandığını, aynı dönemde devşirmelerin toplam 167 yıl, Türk kökenli sadrazamların da 17 yıl görev yaptığı  gerçeği, Türklere yaklaşımı gösteren ayrı bir kanıttır. Padişahlar, yakın korumalarını da hep devşirmelerden seçmişlerdir.(10) 

Osmanlı yönetiminin bu tutumuna karşın halk da kendi arasında birlik ve beraberlik içerisinde değildi. 12. yüzyıl ortalarında Ahmet Yesevi'nin kurduğu; Türk geleneğini, dilini ve kültürünü Şamanlık ile bütünleştiren (Bektaşilik gibi) tarikatlar Anadolu'da yayılmaya başladı. Bir taraftan Yesevi yanlısı ve Türk kimliğini taşıyan tarikatlar yayılır iken, öte yandan da, Sünni İran kültürünü benimseyen Nakşibendî Tarikatı, yeniliklere karşı koymak alışkanlığını güden Zeyni Tarikatları ve Fars diline önem verdiği için daha çok aydınlar (!) arasında yayılan Mevlevilik, yaygınlık gösteriyordu. Bu tarikatlar içinde, Türk kökenli olanları, doğal olarak Arap kültürü görmüş olan medreselilerce aşağılanmaya çalışıldı. Bu koşullar altında Türk halkı kendi yurdunda aşağılanmış oldu. "Kaba Türk", "Anlayışsız Türkler", "Pis Türkler" gibi önyargılar dönemin özelliklerinden oldu.(11)

Osmanlı yönetiminde Türk'e yaklaşım o denli aşağılayıcıdır ki, o günlerden kalan aşağıdaki şiir bu yaklaşımı özetlemektedir: 

"Türk değil mi Merzifon'un eşeği; 
Eşek değil, köpekten de aşağı."


Osmanlı'nın bu yaklaşımına Türkün verdiği yanıt, bir şiirin dizelerinde şu şekilde yer almıştır:(12)

"Şalvarı şaltak Osmanlı 
Eğeri kaltak Osmanlı 
Ekmekte yok, biçmekte yok 
Yemekde ortak Osmanlı"


Kendi yöneticilerinin bu tutumu karşısında, yabancılardan da olumlu yorum beklenemezdi. Yabancılar Türkleri; "yaklaşık 1000 yılına kadar Arapların esiri olan Türkler dağ insanı niteliğinde bir kavimdir" şeklinde yorumluyorlardı.(13)


Ulusçuluğun etkisi ile etnik kökenlilerin, Osmanlı yönetiminden birer birer ayrılmaya başladığı 19. yüzyılın ilk yarısında hatta sonlarında bile, Osmanlı yönetiminin Türk'e olan yaklaşımı değişmemişti. 1874 yılında "Dünya Tarihi" kitabının yazarı, Askeri Okullar Bakanı Süleyman Paşa, "Osmanlı devletin adıdır, milletimizin adı Türk'tür" görüşünü savunmasına karşın, bu düşüncesini kendi kitabında bile kullanmaya cesaret edememişti.(14)  

Koçu Beyin , IV. Murat'a sunduğu risalesinde (küçük kitap) Türkler hakkında şunları yazıyordu:
"…mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, Çingene, tatar, kurt, ecnebi, Laz, Yörük, katırcı, deveci, hamal, ağdacı, yol kesen, yankesici ve diğer çeşitli kimseler…" "Harem-i Hümayuna kanuna aykırı olarak Türk ve Yörük, Çingene, Yahudi, dinsiz, mezhepsiz, nice kalleş ve ayyaş şehir oğlanları girer oldu."  Bu sözler yazılıp Türk olduğu söylenen Padişaha veriliyordu.(15)


Abdülhamit'in Araplara ve İslamiyet'e dayanan siyaseti, Türkü, Türkçüleri baş düşman olarak görmekteydi. Onun zamanında "Türküm" demek, Türk'ten söz etmek büyük suçtu.(16) 

Devletin dayandığı kendi halkına bu denli yabancılaşmasından olsa gerek, Osmanlı Devletinde kamu ile ilgili belgelerde, Türkçe sözcüğe 1876 Anayasasına değin rastlanmadı.(17)  

Dünyada Osmanlı Devleti'nden başka, dini ile birlikte dilini de değiştiren bir millete  rastlanmamıştır.  Osmanlı yönetimi, kendilerini Türk olarak görmedikleri için, Türk kökenliler "azınlık" konumunda kaldı. 1897 tarihinde, bir İngiliz gezgini şunları söylüyordu: "Türk adı nadiren kullanılır, onun iki yolda kullanıldığını işittim; ya bir ırkı ayırt eden deyim olarak, örneğin bir köyün 'Türk' veya Türkmen' olup olmadığını sorarsın, ya da bir hakaret deyimi olarak, örneğin İngilizce söyleyeceğin 'eşek kafalı' anlamında, 'Türk kafa' diye homurdanırsın."(18) 

Aynı yıllarda, Türk-Yunan Savaşı ortamında Şair Mehmet Emin'in yayımladığı kitapta, "Ben bir Türküm dinim cinsim uludur" dizeleri yer alıyordu. Ancak, üstünlüğü kanıtlamak için şiirler yeterli değildi. Kendi yöneticisi tarafından aşağılanan, üst üste gelen yenilgiler sonucunda benliğini, kişiliğini yitiren ve varlığını yitirmek üzere olan Türk halkı tarihin en zor dönemini yaşıyordu.
 
Yabancıların Türk imgesi ise Osmanlı'nın, Türk'e yaklaşımından farklı değildi. Türkologlara göre "Türkler insanlar arasında anlayış bakımından sonuncudur. İnançtan ötesini kavrayamazlar; anlamaya da çalışmazlar." Türkler, Müslüman Asya'nın Avrupa'ya karşı savaşan askeri oldu. İslam, bu "Yarı Çinliler"den "Acımasız İranlılar" yarattı.(19) 


Türk aydınının durumuna gelince; çok az sayıda olsa da uyanma belirtileri başlamıştı. Bunlar arasında en önemlisi Ziya Gökalp adını taşıyor:

"Sorma bana oymağımı boyumu, 
Beş bin yıldır millet gibi yaşarım… 
Deme bana Oğuz, Kayı, Osmanlı, 
Türküm, bu ad her unvandan üstündür," diye haykırıyordu.


Öte yandan, özgür düşüncenin olmadığı bir ortamda, kendi ulusal çıkarlarını savunmak olanağından yoksun olan bir avuç kişi yurt dışında özgürlük arıyorlardı. Bu aydınlar, yurt özlemi ile ülkelerinden aldıkları yüz kızartıcı haberlerin ve kötü gelişmelerin ezikliği içindedirler. Onlardan birisi, o günlerin koşullarını, şu duygusal satırlarla günümüze aktarmaktadır:  
"Bir mayıs sonu ya da bir haziran başı idi. Bağımsız fakat bütün kalbiyle İttifak Devletlerinin zaferini kutlayan bir Avrupa şehrinde, başım eğik, gözlerim yaşlı dolaşıyorum. Yüreğim bir derin uçurum, kafam bir cehennemdir…. Gün geçmiyor ki, bir mağazada bir lokantada Türk olduğum anlaşılınca acı bir alay veya ağır bir hakaretle karşılaşmayayım. …lakabımız 'makak'tı. (bir çeşit şempanze maymun türü) Gönül verdiğimiz genç kızlar Türklüğümüzü sezince bizden iğrenip kaçıyordu. İşte, o şehrin bu cehennem atmosferi içinde, bir gün yılgın ve çekingen dolaşırken, gözlerim, ansızın, bir gazete satıcısının sergisinde, bir sürü gazete adı ve başlıkları arasında, iri harflerle dizilmiş şu satırlara ilişiverdi: 'Bir Türk generali İtilaf kuvvetlerine karşı yeniden harbe hazırlanıyor.' Titreyerek gazeteyi aldım. Yürürken okuyorum; Mustafa Kemal Paşa isminde bir Türk generali."

Ancak biz başa dönerek, Osmanlı yönetiminin birinci derecede yöneticisi konumunda olan padişahların kökenlerine bir kez göz atalım. Böylece,  padişah analarının kökeni öğrenilecek, Türk Ulusunun kanı ve canı üzerine kurulan saltanata karşın, Türk'e düşman oluş nedenleri daha iyi anlaşılacak, "ecdat" özlemi çekenlerin "ecdadı" daha iyi tanınmış olunacaktır.


KAYNAKLAR
1) Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya'dan… C.2, s.440.
2) Burhan Oğuz'dan aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 118.
3) Aktaran, Şakir Keçeli, a.g.y., s. 121.
4) Çetin Yetkin, Türk Halkı… s.161.
5) Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, Türkçeleştiren: Zuhuri Danışman, İstanbul, C.1, s.168, 238, C.2 s.536. C.3, s.1180, C.4 s.169.
6) Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.12.
7) Mustafa Coşturoğlu, a.g.y., s.278, 279.
8) Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, s.22, 23, Cahen'den aktaran, Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, s.1.
9) Hikmet Bayur, a.g.y., s.15.
10) Hikmet Bayur, a.g.y., s.17.
11) Özer Ozankaya, Türkiye'de Laiklik, İstanbul, 1990, s. 253.
12) Özer Ozankaya, a.g.y., s.121.
13) Warshew'den aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s. 311.
14) Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.26.
15) Aktaran, Çetin Yetkin, a.g.y., s.145.
16) Esat Kamil Erkut, a.g.y., s.63.
17) M.Rauf İnan, Atatürk'ün Evrenselliği, Önder Kişiliği, Eğitimci Kişiliği ve Amaçları, Ankara, 1983, s.198.
18) Ramsay'dan aktaran, Bernard Lewis, a.g.y., s.331.
19) Türkoloji uzmanı Cahun'dan aktaran, Bozkurt Güvenç, a.g.y., s.308.
20) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İstanbul, 1971, s.24, 25
--
Prof.Dr. Mustafa Asım ŞAFAK,
Yakın Doğu Üniversitesi Tıp Fakültesi
Cerrahi Tıp Bilimleri Bölüm Başkanı
KBB Anabilim Dalı Başkanı
NEMJ Baş Editör
Lefkoşa, KKTC 

Mobile Phone KKTC: 0 542 877 55 66 
                         TC: 0 532 361 18 90
http://mustafaasimsafak.blogspot.com